28 Şubat 2013 Perşembe

Söyleşi / Necati Tosuner: Tanrı vasat yazara acısın

Yeni kuşak doğuştan romancı. Bir de üç çocuk işi tutarsa, gelecek roman kaynayacak. Evde beş tane romancı falan olacak.

Necati Tosuner'i bilir misiniz? Bilirseniz, eminim ki iyi bilirsiniz. Bilmiyorsanız, hemen hayatınıza bir Necati Tosuner parantezi açmanızı tavsiye ederim. Sıradan bir yazardan bahsetmediğimi hemen anlayacaksınız.
 
Yazarlıkta 50. yılını kutlayan, romancılığı ve özellikle öykücülüğü ile kalbinizi tekletebilecek birinden söz ediyorum. Tosuner, sadece okuyup geçebileceğiniz, antolojilerde adına methiyeler dizilmiş bir yazar değil; gölgede kalmış, yalnızlık illetine kapılmış, biraz da ona sevdalanmış bir adam. Bir Rubik küpü gibi her yüzü aynı gözüken ama aslında büyük bir bulmacanın ta kendisi o; tüm sıkıntılarını, üzüntülerini ve anlık coşkularını bir kübe sığdırmış, çözmesi de size kalmış.

 
Bir yazar olarak 50 yılı geride bırakmak ne ifade ediyor? Ediyor mu bir şey?

 19 kitap 50 yılda. Çok mu? Değil. Az mı? Az da değil.

Kendini övmeden kendinle ilgili konuşmak biraz zor. Tevazu “yersen spor”dur. İlle de tevazu göstereceksen, susarsın. “Allah benim belamı versin nereden yazar oldum?” dersen, okuyucu da “E napayım birader bana ne?” der.
Yazarlığım bana ne mi hissettiriyor? Yazarlığım para ediyor da... Lüks yerlere gitmek, falan yere uğrayıp dönmek, benim gibi bir yazara göre değil. Onları yapanın yazarı başka. Derdim o değil.

Neredeyse kendimi bildiğimden beri benim için yazdıklarım ya çok beğenilmiştir, ya hiç beğenilmemiştir. Arada bir hiç iyi, geçer, vasat notum olmamıştır. Bu iyi bir şeydir yazar için. Çok beğenenler de korkutur beni. Bereket, nazara falan inanmıyorum, inansam okutmam gerekir kendimi.

19 kitap dediniz... Her kitabınız şiirden müthiş izler barındırmasına rağmen, bu 19 kitabın hiçbiri şiir kitabı değil. Siz aslında, hiç şiir yazmadınız! Neden?

Bir gün, bir laf etmiştim, eskilerde: “Tanrı vasat yazara acısın, kendini bir şey sanar. Vasat şaire daha çok acısın, O yazarı da adam saymaz.” Herkes spor yaparsa, ne güzel... Kimseye bir zararı var mı? Yok. Ama sporcu olmak başka bir şeydir. Şair olmak başka bir şeydir, adam hayatını verir de şair olur. Sen öyle üç tane dize düşürdün diye kendini şair sanıyorsun. Ben yazarken yazmış olmaktan bir haz duygusu alıyorsam, onu okuyana da öyle bir haz duygusunun geçmiş olmalı. O zaman benim yazdığım şey işe yarıyor. Yoksa, yazmam.

Yazarken her daim haz duygusu aramak biraz zor olmuyor mu? Ya da şöyle sorayım: Hiç “yazar tıkanması“ yaşadığınız oldu mu?

Almanya’dayken pilim bitmişti. Sonra Sancı Sancı'yı yazdım. Tabii orada kamburunu anlatan Necati ile Sancı... Sancı...’nın kamburu Osman arasında dünyaya bakış farkı var. O beni biraz oyaladı. Mutfak yeni, malzeme yeni, bilmediğim türden. 29 yaşındaydım. O zamanlar bir şeyler yapmış olmak bile insana yetebilir. Tehlike de budur.
Allahtan ki, bir ara durdum durakladım. O zaman da diyorsun ki: Ne olacak ya?

Günümüzde romanın yükselişi size ne hissettiriyor? Sayıdaki artışın sizi rahatsız ettiğini biliyorum...

Roman şiiri geçti artık. 77‘de Sancı... Sancı...’yı ben yayımladım. O yıl 10 tane roman ya çıktı, ya çıkmadı. Ayda bir tane roman alırsın. Günde 7-8 roman olunca hangi birini takip edeceksin? Eski zamanla, bugünler kıyaslanacak gibi değil. Eskiden insanlar önce şiir yazardı, öykü yazardı, dergilerde imzalarını görürdün, birbirleriyle yarışırlardı. Dergilerde son sayfalardan, ön sayfalara gelmeye başlarlardı. Oturur roman yazarlardı, “Falanca romana geçti.” derlerdi. Şimdi yeni kuşaklarımız doğuştan romanı. Bir de üç çocuk olursa, gelecek roman kaynayacak. Evde beş tane romancı falan olacak.

 Bir omurga bozukluğunuz var. Bu, yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Öncesinde hep acı çekiyordum; 16 yaşına gelince vücut istediği biçimi aldı, o da kurtuldu, ben de kurtuldum. Ben artık onu değiştirme hayallerini bıraktım ve o sancılardan kurtuldum ama bir başka sancı başladı: Kambur olmak, bunun farkına varmak. Ondan sonra ya kadere atarsın suçu, ya topluma, ya da anana-babana. Topluma karşı isyan gelir ama, kesin! O kızdan hoşlanırsın, o anda kötü adam olursun.

Yazarlığa heves edişim kendimi anlatma isteğindendi tabii. Ama yeri geldi, acım intihar etme fikrine kadar götürdü beni. Hissettiklerimi hep yazdım. Kasırga'nın Gözü der adam: “İyi ki öldürmemişim kendimi.”

Hatta Asım Bezirci “Güzel yazıyorsun, iyi yazıyorsun ama niye hep kendini yazıyorsun?” derdi. Halbuki kendimi yazmaya bile o kadar zor vardım ki. Ancak üçüncü kitabımın adını ancak Kambur koyabildim.

Öncesinde bir şeyler yazıyordum ama derdim neydi, kimse anlamıyordu. Toplumcular yeteri kadar solcu bulmuyordu beni, varoluşçular da altyapı olarak yetersiz buluyordu. Ben bireyciydim, ama benim bireyci olmak için Sartre falan okumama gerek yoktu. Yeteri kadar bireyci olmaya hakkım vardı benim zaten, bu toplumda yaşıyor olmaktan dolayı.


 BAYAT EKMEĞİ, ÇOCUĞA DA VERME

 Peki yeni kitabınız Susmak'ta okuru ne bekliyor?

 Kitap bitti, benden çıktı. Altı ay önce bitirdim ben bunu fakat yayınevi benim öykü kitaplarımı çıkartıyordu peş peşe. Araya girsin, girmesin derken onlar bittikten sonraya kaldı. Dört roman, dokuz öykü kitabı. Sağlığımda onları öyle peş peşe çıkmış gördüm. Eyvallah. Son romanım da çıktı. Bir deneme kitabım var, onu da umarım yaparlar.

Bu kitap, Kasırganın Gözü'nün bir devamı gibi, dil ve uslup olarak benzerlikler var ancak yapısal olarak, romanın içinden görülmeyen o mimarisinde farklılık olmasına dikkat edilmiş. Birinci romandaki balkondaki adam, bu romanda yok ancak.

Ayrıca, bu son kitaptan önce ve Kasırganın Gözü’nden sonra iki tane çocuk kitabı yazdım. Merdivenden çıktıktan sonra beklediğin bir sahanlık gibi bu. Sonra Susmak. Susmak ve korkaklık arasında, ben korkağım diyerek bitiyor roman.

Susmak...

Susmak...

Susmak...

Ben korkağım.
  
Yazdığınız çocuk kitapları, sizin için nerede duruyor?

Çocuk kitapları benim için çocuk kitabına genel olarak verilen değerden çok daha değerlidir. Ben o kitabı çocuğun annesine babasına yazıyor olsam ne kadar özen göstereceksem, ona da o kadar özen gösteririm.

Çocuğu bakkala gönderirsin, bakkal ekmeğin bayatını verir çocuğa. Çocuk da ekmeğe bakınca “Bu ekmek kötü.” der. Bakkal sinirlenir, “Ekmeğe kötü denir mi ulan!”

Çocuğu adam yerine koyan bir çocuk edebiyatından yanayım ben. Çocuğun babası ne kadar önemliyse, annesi ne kadar önemliyse çocuk da o kadar önemli. Onlara veremiyorsan bayat ekmeği, çocuğa da verme.

14 Şubat 2013 Perşembe

Büyük Usta Osman Şahin'in Dünya Öykü Günü Bildirisi!

 
 
Değerli öykü yazarımız Osman Şahin'in 2009 Dünya Öykü Günü Bildirisini sizlerle paylaşmak istiyoruz. "...En eski çağlardan beri ölümsüzlüğün ne olduğunu arama tutkusuna kapılan insan soyu, ölümsüzlüğün, kendi öz yaratısı “sanat” olduğunu anlamıştır.
Öykü, insanlığın en yaratıcı söz sanatıdır.
Doğa kendi yasalarına göre işler, öykü ise, insanlığın temel yasalarını ölçüt alır kendine, ona göre yazılır. İçinde insan olmayan bir öykü düşünülemez.
Öykü sözcüklerle yazılır. Sözcükler birer sestir, birer güçtür. Her sözcük bir doğumdur, bir tomurcuk coşkusudur, yaşama yeniden bağlanmadır. Yıllanmış seslerdir sözcükler, yıllanmış coğrafyalardır. Milyonlarca ağzın, dilin, soluğun sıcaklığını ve nemini taşırlar. Her sözcük bir düşünce taşır içinde.

“Söz” insandır.
“Söz” insana bir şey anlattığı sürece ‘söz’ dür, anlatmıyorsa ‘boş laf’tır.

Öykünün kendine özgü kuralları, kurgusu, dili ve derinliği vardır. Öykü yaşamdaki gerçeklikle aynı olsun diye yazılmaz. Öykü gerçeği ile yaşam gerçeği birbirine uymaz. Görünenler, yaşananlar bir fotoğraf gerçeği ile yazılırsa bu öykü olmayacak, gazetecilik olacaktır. Öykü, yaşadığımız gerçeklerden bağımsızdır ve dış dünyayla bir ayrılık taşıyacaktır.
Yazar, yaşadığı çağın tanığıdır; kendi payına düşeni yazar ama yazdıkları ne kendi yaşamının tamamıdır, ne de görebildiklerinin…
Yazar, yüreğini dünyaya, topluma kapatamaz. “Yazarın ayakları ne denli kendi toprağındaysa, kulakları da yeryüzünde olacaktır” diyor Yaşar Kemal. Yazarın içinde beslediği, büyüttüğü temel gerçek, insan duygusu ile insan gerçeğidir. Montaigne’in: “Bir insanda yeryüzü insanlığının bütün halleri gizlidir” sözünün önemini, yazar herkesten iyi bilir; her insanın içinde bir “Hamlet’ olduğunu, sıradan insanların başını kaldırmaya hakkı olduğunu da…
Yazar, edebiyatın sürekliliği içinde düşüncelerini, birikimlerini, algılarını akıl süzgecinden geçirerek özümseyen, onları kağıda dökerek, öykü yokuşunda sürekli koşmaya çalışan kişidir. Sözcüklere ruh verendir, bir sözcük damıtıcısıdır. Öykü kıvamını, sözcüklerin kaynaşmasını sabırla bekler. Yüreğinden, aklından geçen sözcüklerin, okurların yüreğinden de geçeceğini, onu sarsacağını, ürperteceğini bilir.
Yaşlı insan yüzleri geçmişin aynaları sayılır. Her çeşit insan yüzü, duyulan birkaç çekirdek söz, ağır çalkantılı yaşamlar, çarpık ilişkiler, savaşlar, afetler, acılar, ihanetler, analık duygusu, korku, ölüm ve aşk gibi temel insanı duygular, yazarın yüreğinde büyük anaforlar, patlamalar yapar. Tohumlanma, çimlenme başlar. Derken, yüzlerce sözcüğün kanından, canından oluşan, başında, sonunda ve ortasında hep ‘insan’ olan ‘öykü’ çıkar ortaya. İnsanın derinine inmeyen, yalnızca süslü sözcüklerin cilasıyla yetinilerek yazılmış öyküler kanımca kalıcı olmayacaktır.
Zaman kadar eski, zaman kadar genç, Ilyada ve Odysseia gibi iki büyük destanın yaratıcısı, İzmirli yurttaşımız Homeros’tan günümüze, birbirinden coşkulu, güzel, kanatlı sözlerle anlatı geleneğimizi taçlandıran Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve daha pek çok büyük, soylu yazarlarımızı saygıyla anıyor, selamlıyorum.

Dillerimiz, kültürlerimiz, yaşantılarımız farklı olsa da, öykülerimizin kardeş olduğunu yineliyorum.

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ’nün bütün öykücülerimize ve öykü severlere kutlu olmasını diliyorum.

14 Şubat Dünya Öykü Günü!

 
 
İnsan, öyküsüyle var...
İnsan, öyküleriyle uzanıyor geleceğe.

Tıpkı geçmişi öyküleriyle saklayabildiği gibi.

Dünyanın dört bir yanındaki insanları birbirine-sınırlara ve ulusal kimliklere aldırmaksızın-yaşanan öykülerin benzemezliği kadar benzerliği de bağlıyor.

Dünya barışı, evrensel adalet anlayışı, paylaşımcı dünya görüşü dinamizmini yaşanan öykülerin anlaşılır ve aktarılır olmasıyla kazanıyor.

Bu yüzden, "insan"ı dünyaya ve insanlara, geçmişe ve geleceğe açan öyküyü dünyanın dört bir yanında, 14 Şubat "Dünya Sevgi(liler) Günü"nde, "Dünya Öykü Günü" olarak kutlamayı öneriyoruz.

Bu kutlama, öykünün ve insanın doğasına çok yakışacaktır.

Türkiye'li yazar Sait Faik'in dediği gibi,"Bir insanı sevmekle başlar her şey."

Ve, bütün insanlarla paylaştıkça anlam kazanır.

Böylece, öykü, dünyanın dört bir köşesinde, aynı günde, daha geniş kitlelere sesini duyurabilecek, insanlararası iletişimi edebi boyutuyla ortaya koyabilecek,

İnsanlararası farklılıkların ayırıcı değil, bütünleştirici özelliğine dikkat çekebilecek,

İnsanların kendilerini ifade etme aracı olarak kullandığı dili yaratıcı bir etkinliğe dönüştürmesinin bin bir yolunu sergileyebilecek, canlı bir edebiyat ortamını yaratabilecektir.

Dünden yarına öyküleriyle anlam kazanan sahici bir dünyanın esenliği için.