18 Mart 2013 Pazartesi

Mine Soysal'dan harika bir yazı...



msoysalYazar, yayıncı Mine Soysal 1959’da İstanbul’da doğdu. 1981’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Önasya Dilleri ve Kültürleri Bölümü’nü bitirdi. 1994 yılına dek İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde arkeolog-araştırmacı olarak çalıştı, kazı ve yüzey araştırmalarına katıldı. Müzedeki görevinden ayrıldıktan sonra, 1996′da Günışığı Kitaplığı’nı kurdu. Çocuk edebiyatımızda önemli yer edinen birçok kitabın editörlüğünü üstlendi. Çocuklar için Ala Çocuk Yollarda adlı öykü kitabını, her yaştan okur için bütünüyle canlandırmaya dayalı İstanbul Masalı adlı anlatıyı kaleme aldı; ayrıca çocuklar ve gençler için bilimsel içerikli kitaplar hazırladı. Bugüne dek on binlerce öğrenciyle interaktif sunuşlar ve sohbet programları gerçekleştiren yazar, Eyvah Kitap!’ta çocukların ve gençlerin kitap okuma eğilimlerini ve sorunlarını, Odada Yalnız‘da ülkemiz gençliğinin birbirinden uzak, birbirine yakın hallerini öyküleştirdi. Eylül’de Aşklar adlı bir de gençlik romanı yazan Soysal, Günışığı Kitaplığı’nın yayın yönetmenliğini sürdürüyor.

Değerli yazarımız Mine Soysal'ın kütüphaneler üzerine yazısını bir solukta okuyacağınızı iddia ediyoruz:

oldlibrarymİnsanlık tarihinin emanet odasıdır kütüphaneler. Emanet eşyası öyle çeşitli, öyle zengindir ki, aslında içine bir kere girildi mi, zamanın nasıl akıp geçtiğini anlamak mümkünsüzdür. Milyonlarca yıllık bellek kayıtlarımızdaki tüm bilgi ve deneyim, sanat ve felsefe, fizik ve kimya, her türlü canlı ve cansız şeyler, doğanın ve evrenin izleri, daha niceleri… İnsanoğlunun yeryüzündeki yaşam serüveninden izlekler, düşünceler, olasılıklar, kararlar, tartışmalar, kavgalar, betimlemeler, hesaplar, oyunlar, duygular, diyaloglar, sanrılar, düşler, önyargılar ve daha neler neler…

Emanet odalarını severim ben. Eski bir müzeci olmamın katkısı var bunda mutlaka. Tıpkı müzeler gibi kütüphaneler de insanın merak etmesini, özgürce ve tek başına harekete geçmesini bekleyen keşif alanlarıdır. Aralarındaki en önemli fark; müzelerdeki “dokunulmazlığın” kütüphanelerde bulunmaması ve bu sayede, keşif oyunlarının daha hızlı ve doğrudan kurulabilmesidir. Salt bu fark bile, günümüz insanı için yeterince özendirici olabilir.

Üstün teknolojilerle donanmış bir kütüphane, ustaca yazılmış bir bilimkurgu romanındaki gibi, her şeyin ortaya döküldüğü ve kurgulandığı muhteşem bir dijital kumanda panosu olarak işleyebilir. Bu hayal hep başımı döndürmüştür benim. Ama asıl etkilendiğimin, sunulan bilgiye, veriye ulaşmak ve kullanmak özgürlüğü olduğunun da farkındayım. Konu özgürlüklere gelince az duralım da, nehrin derin suları ovanın düzlüğüne yayılsın, sakince aksın biraz…

Çok iyi biliyoruz ki, insanın gelecek hayali geçmişin üstünde yükseliyor. Geçmişte hayallerinin peşinden özgürce gitmeye cesaret ederek, bize gelecek hayalleri sağlayanları bilmek ve anlamak, kararlılığımızı ve sabrımızı perçinleyicidir. Pablo Picasso’nun klasik resimde ustalaşmadan kübizm dehasını yakalayamayacağını; modern tıbbın on bin yıllık halk hekimliği geleneğinin birikimi ve deneyiminden doğduğunu; günümüzün en önemli sektörlerinden olan lojistik taşımacılığın, 17. yüzyılda Engizisyon mahkemesinin katlettiği bilim insanı Galileo Galilei’ye hâlâ yatıp kalkıp şükrettiğini; günümüzden yaklaşık 2400 yıl önce kurulan ünlü İskenderiye Kütüphanesi’nin yanışını seyrederken dayanamayıp öte dünyaya göçen nice bilginin, dâhi insanın çabalarını hatırlamalı, unutmamalı.

Sanat ve bilim, estetik ve barış, insanı da, toplumları da özgürleştiren temel kaynaklar. Hepsinin barınağı olan insanlığın emanet odasının duvarları, işte bu özgürlük duygusundan ötürü geçirgendir. Kütüphaneleri, onları çevreleyen şeffaf duvarları inşa etmek, bilgiyi ve belgeyi bir araya getirmek ve en kolay, en değişik yollarla kullanılır kılmak zorundayız. Gelecek umudumuz için düşüncelerimizi, düşlerimizi özgürleştirmeyi başarmamız gerekiyor. Ama bu hiç de söylendiği kadar kolay değil. Çünkü özgürlükler de, ancak bilginin ve deneyimin basamaklarında yükseliyor.
Bu yalın gerçeği, çocuklar yetişkinlerden çok daha çabuk ve kolay anlıyor. Çocukların en sevdiği oyun alanları, tıpkı tavan arası gibi, emanet odalarıdır da. Yeter ki, yetişkinler oyunlarını bozmasın, özgürlüklerine saygı göstersin, kısıtlamasın."

- Mine Soysal’ın, Genç ÜNAK (Üniversite ve Araştırma Kütüphanecileri) Ocak-Şubat bülteni yazısından.

28 Şubat 2013 Perşembe

Söyleşi / Necati Tosuner: Tanrı vasat yazara acısın

Yeni kuşak doğuştan romancı. Bir de üç çocuk işi tutarsa, gelecek roman kaynayacak. Evde beş tane romancı falan olacak.

Necati Tosuner'i bilir misiniz? Bilirseniz, eminim ki iyi bilirsiniz. Bilmiyorsanız, hemen hayatınıza bir Necati Tosuner parantezi açmanızı tavsiye ederim. Sıradan bir yazardan bahsetmediğimi hemen anlayacaksınız.
 
Yazarlıkta 50. yılını kutlayan, romancılığı ve özellikle öykücülüğü ile kalbinizi tekletebilecek birinden söz ediyorum. Tosuner, sadece okuyup geçebileceğiniz, antolojilerde adına methiyeler dizilmiş bir yazar değil; gölgede kalmış, yalnızlık illetine kapılmış, biraz da ona sevdalanmış bir adam. Bir Rubik küpü gibi her yüzü aynı gözüken ama aslında büyük bir bulmacanın ta kendisi o; tüm sıkıntılarını, üzüntülerini ve anlık coşkularını bir kübe sığdırmış, çözmesi de size kalmış.

 
Bir yazar olarak 50 yılı geride bırakmak ne ifade ediyor? Ediyor mu bir şey?

 19 kitap 50 yılda. Çok mu? Değil. Az mı? Az da değil.

Kendini övmeden kendinle ilgili konuşmak biraz zor. Tevazu “yersen spor”dur. İlle de tevazu göstereceksen, susarsın. “Allah benim belamı versin nereden yazar oldum?” dersen, okuyucu da “E napayım birader bana ne?” der.
Yazarlığım bana ne mi hissettiriyor? Yazarlığım para ediyor da... Lüks yerlere gitmek, falan yere uğrayıp dönmek, benim gibi bir yazara göre değil. Onları yapanın yazarı başka. Derdim o değil.

Neredeyse kendimi bildiğimden beri benim için yazdıklarım ya çok beğenilmiştir, ya hiç beğenilmemiştir. Arada bir hiç iyi, geçer, vasat notum olmamıştır. Bu iyi bir şeydir yazar için. Çok beğenenler de korkutur beni. Bereket, nazara falan inanmıyorum, inansam okutmam gerekir kendimi.

19 kitap dediniz... Her kitabınız şiirden müthiş izler barındırmasına rağmen, bu 19 kitabın hiçbiri şiir kitabı değil. Siz aslında, hiç şiir yazmadınız! Neden?

Bir gün, bir laf etmiştim, eskilerde: “Tanrı vasat yazara acısın, kendini bir şey sanar. Vasat şaire daha çok acısın, O yazarı da adam saymaz.” Herkes spor yaparsa, ne güzel... Kimseye bir zararı var mı? Yok. Ama sporcu olmak başka bir şeydir. Şair olmak başka bir şeydir, adam hayatını verir de şair olur. Sen öyle üç tane dize düşürdün diye kendini şair sanıyorsun. Ben yazarken yazmış olmaktan bir haz duygusu alıyorsam, onu okuyana da öyle bir haz duygusunun geçmiş olmalı. O zaman benim yazdığım şey işe yarıyor. Yoksa, yazmam.

Yazarken her daim haz duygusu aramak biraz zor olmuyor mu? Ya da şöyle sorayım: Hiç “yazar tıkanması“ yaşadığınız oldu mu?

Almanya’dayken pilim bitmişti. Sonra Sancı Sancı'yı yazdım. Tabii orada kamburunu anlatan Necati ile Sancı... Sancı...’nın kamburu Osman arasında dünyaya bakış farkı var. O beni biraz oyaladı. Mutfak yeni, malzeme yeni, bilmediğim türden. 29 yaşındaydım. O zamanlar bir şeyler yapmış olmak bile insana yetebilir. Tehlike de budur.
Allahtan ki, bir ara durdum durakladım. O zaman da diyorsun ki: Ne olacak ya?

Günümüzde romanın yükselişi size ne hissettiriyor? Sayıdaki artışın sizi rahatsız ettiğini biliyorum...

Roman şiiri geçti artık. 77‘de Sancı... Sancı...’yı ben yayımladım. O yıl 10 tane roman ya çıktı, ya çıkmadı. Ayda bir tane roman alırsın. Günde 7-8 roman olunca hangi birini takip edeceksin? Eski zamanla, bugünler kıyaslanacak gibi değil. Eskiden insanlar önce şiir yazardı, öykü yazardı, dergilerde imzalarını görürdün, birbirleriyle yarışırlardı. Dergilerde son sayfalardan, ön sayfalara gelmeye başlarlardı. Oturur roman yazarlardı, “Falanca romana geçti.” derlerdi. Şimdi yeni kuşaklarımız doğuştan romanı. Bir de üç çocuk olursa, gelecek roman kaynayacak. Evde beş tane romancı falan olacak.

 Bir omurga bozukluğunuz var. Bu, yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Öncesinde hep acı çekiyordum; 16 yaşına gelince vücut istediği biçimi aldı, o da kurtuldu, ben de kurtuldum. Ben artık onu değiştirme hayallerini bıraktım ve o sancılardan kurtuldum ama bir başka sancı başladı: Kambur olmak, bunun farkına varmak. Ondan sonra ya kadere atarsın suçu, ya topluma, ya da anana-babana. Topluma karşı isyan gelir ama, kesin! O kızdan hoşlanırsın, o anda kötü adam olursun.

Yazarlığa heves edişim kendimi anlatma isteğindendi tabii. Ama yeri geldi, acım intihar etme fikrine kadar götürdü beni. Hissettiklerimi hep yazdım. Kasırga'nın Gözü der adam: “İyi ki öldürmemişim kendimi.”

Hatta Asım Bezirci “Güzel yazıyorsun, iyi yazıyorsun ama niye hep kendini yazıyorsun?” derdi. Halbuki kendimi yazmaya bile o kadar zor vardım ki. Ancak üçüncü kitabımın adını ancak Kambur koyabildim.

Öncesinde bir şeyler yazıyordum ama derdim neydi, kimse anlamıyordu. Toplumcular yeteri kadar solcu bulmuyordu beni, varoluşçular da altyapı olarak yetersiz buluyordu. Ben bireyciydim, ama benim bireyci olmak için Sartre falan okumama gerek yoktu. Yeteri kadar bireyci olmaya hakkım vardı benim zaten, bu toplumda yaşıyor olmaktan dolayı.


 BAYAT EKMEĞİ, ÇOCUĞA DA VERME

 Peki yeni kitabınız Susmak'ta okuru ne bekliyor?

 Kitap bitti, benden çıktı. Altı ay önce bitirdim ben bunu fakat yayınevi benim öykü kitaplarımı çıkartıyordu peş peşe. Araya girsin, girmesin derken onlar bittikten sonraya kaldı. Dört roman, dokuz öykü kitabı. Sağlığımda onları öyle peş peşe çıkmış gördüm. Eyvallah. Son romanım da çıktı. Bir deneme kitabım var, onu da umarım yaparlar.

Bu kitap, Kasırganın Gözü'nün bir devamı gibi, dil ve uslup olarak benzerlikler var ancak yapısal olarak, romanın içinden görülmeyen o mimarisinde farklılık olmasına dikkat edilmiş. Birinci romandaki balkondaki adam, bu romanda yok ancak.

Ayrıca, bu son kitaptan önce ve Kasırganın Gözü’nden sonra iki tane çocuk kitabı yazdım. Merdivenden çıktıktan sonra beklediğin bir sahanlık gibi bu. Sonra Susmak. Susmak ve korkaklık arasında, ben korkağım diyerek bitiyor roman.

Susmak...

Susmak...

Susmak...

Ben korkağım.
  
Yazdığınız çocuk kitapları, sizin için nerede duruyor?

Çocuk kitapları benim için çocuk kitabına genel olarak verilen değerden çok daha değerlidir. Ben o kitabı çocuğun annesine babasına yazıyor olsam ne kadar özen göstereceksem, ona da o kadar özen gösteririm.

Çocuğu bakkala gönderirsin, bakkal ekmeğin bayatını verir çocuğa. Çocuk da ekmeğe bakınca “Bu ekmek kötü.” der. Bakkal sinirlenir, “Ekmeğe kötü denir mi ulan!”

Çocuğu adam yerine koyan bir çocuk edebiyatından yanayım ben. Çocuğun babası ne kadar önemliyse, annesi ne kadar önemliyse çocuk da o kadar önemli. Onlara veremiyorsan bayat ekmeği, çocuğa da verme.

14 Şubat 2013 Perşembe

Büyük Usta Osman Şahin'in Dünya Öykü Günü Bildirisi!

 
 
Değerli öykü yazarımız Osman Şahin'in 2009 Dünya Öykü Günü Bildirisini sizlerle paylaşmak istiyoruz. "...En eski çağlardan beri ölümsüzlüğün ne olduğunu arama tutkusuna kapılan insan soyu, ölümsüzlüğün, kendi öz yaratısı “sanat” olduğunu anlamıştır.
Öykü, insanlığın en yaratıcı söz sanatıdır.
Doğa kendi yasalarına göre işler, öykü ise, insanlığın temel yasalarını ölçüt alır kendine, ona göre yazılır. İçinde insan olmayan bir öykü düşünülemez.
Öykü sözcüklerle yazılır. Sözcükler birer sestir, birer güçtür. Her sözcük bir doğumdur, bir tomurcuk coşkusudur, yaşama yeniden bağlanmadır. Yıllanmış seslerdir sözcükler, yıllanmış coğrafyalardır. Milyonlarca ağzın, dilin, soluğun sıcaklığını ve nemini taşırlar. Her sözcük bir düşünce taşır içinde.

“Söz” insandır.
“Söz” insana bir şey anlattığı sürece ‘söz’ dür, anlatmıyorsa ‘boş laf’tır.

Öykünün kendine özgü kuralları, kurgusu, dili ve derinliği vardır. Öykü yaşamdaki gerçeklikle aynı olsun diye yazılmaz. Öykü gerçeği ile yaşam gerçeği birbirine uymaz. Görünenler, yaşananlar bir fotoğraf gerçeği ile yazılırsa bu öykü olmayacak, gazetecilik olacaktır. Öykü, yaşadığımız gerçeklerden bağımsızdır ve dış dünyayla bir ayrılık taşıyacaktır.
Yazar, yaşadığı çağın tanığıdır; kendi payına düşeni yazar ama yazdıkları ne kendi yaşamının tamamıdır, ne de görebildiklerinin…
Yazar, yüreğini dünyaya, topluma kapatamaz. “Yazarın ayakları ne denli kendi toprağındaysa, kulakları da yeryüzünde olacaktır” diyor Yaşar Kemal. Yazarın içinde beslediği, büyüttüğü temel gerçek, insan duygusu ile insan gerçeğidir. Montaigne’in: “Bir insanda yeryüzü insanlığının bütün halleri gizlidir” sözünün önemini, yazar herkesten iyi bilir; her insanın içinde bir “Hamlet’ olduğunu, sıradan insanların başını kaldırmaya hakkı olduğunu da…
Yazar, edebiyatın sürekliliği içinde düşüncelerini, birikimlerini, algılarını akıl süzgecinden geçirerek özümseyen, onları kağıda dökerek, öykü yokuşunda sürekli koşmaya çalışan kişidir. Sözcüklere ruh verendir, bir sözcük damıtıcısıdır. Öykü kıvamını, sözcüklerin kaynaşmasını sabırla bekler. Yüreğinden, aklından geçen sözcüklerin, okurların yüreğinden de geçeceğini, onu sarsacağını, ürperteceğini bilir.
Yaşlı insan yüzleri geçmişin aynaları sayılır. Her çeşit insan yüzü, duyulan birkaç çekirdek söz, ağır çalkantılı yaşamlar, çarpık ilişkiler, savaşlar, afetler, acılar, ihanetler, analık duygusu, korku, ölüm ve aşk gibi temel insanı duygular, yazarın yüreğinde büyük anaforlar, patlamalar yapar. Tohumlanma, çimlenme başlar. Derken, yüzlerce sözcüğün kanından, canından oluşan, başında, sonunda ve ortasında hep ‘insan’ olan ‘öykü’ çıkar ortaya. İnsanın derinine inmeyen, yalnızca süslü sözcüklerin cilasıyla yetinilerek yazılmış öyküler kanımca kalıcı olmayacaktır.
Zaman kadar eski, zaman kadar genç, Ilyada ve Odysseia gibi iki büyük destanın yaratıcısı, İzmirli yurttaşımız Homeros’tan günümüze, birbirinden coşkulu, güzel, kanatlı sözlerle anlatı geleneğimizi taçlandıran Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve daha pek çok büyük, soylu yazarlarımızı saygıyla anıyor, selamlıyorum.

Dillerimiz, kültürlerimiz, yaşantılarımız farklı olsa da, öykülerimizin kardeş olduğunu yineliyorum.

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ’nün bütün öykücülerimize ve öykü severlere kutlu olmasını diliyorum.

14 Şubat Dünya Öykü Günü!

 
 
İnsan, öyküsüyle var...
İnsan, öyküleriyle uzanıyor geleceğe.

Tıpkı geçmişi öyküleriyle saklayabildiği gibi.

Dünyanın dört bir yanındaki insanları birbirine-sınırlara ve ulusal kimliklere aldırmaksızın-yaşanan öykülerin benzemezliği kadar benzerliği de bağlıyor.

Dünya barışı, evrensel adalet anlayışı, paylaşımcı dünya görüşü dinamizmini yaşanan öykülerin anlaşılır ve aktarılır olmasıyla kazanıyor.

Bu yüzden, "insan"ı dünyaya ve insanlara, geçmişe ve geleceğe açan öyküyü dünyanın dört bir yanında, 14 Şubat "Dünya Sevgi(liler) Günü"nde, "Dünya Öykü Günü" olarak kutlamayı öneriyoruz.

Bu kutlama, öykünün ve insanın doğasına çok yakışacaktır.

Türkiye'li yazar Sait Faik'in dediği gibi,"Bir insanı sevmekle başlar her şey."

Ve, bütün insanlarla paylaştıkça anlam kazanır.

Böylece, öykü, dünyanın dört bir köşesinde, aynı günde, daha geniş kitlelere sesini duyurabilecek, insanlararası iletişimi edebi boyutuyla ortaya koyabilecek,

İnsanlararası farklılıkların ayırıcı değil, bütünleştirici özelliğine dikkat çekebilecek,

İnsanların kendilerini ifade etme aracı olarak kullandığı dili yaratıcı bir etkinliğe dönüştürmesinin bin bir yolunu sergileyebilecek, canlı bir edebiyat ortamını yaratabilecektir.

Dünden yarına öyküleriyle anlam kazanan sahici bir dünyanın esenliği için.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Sabahın erken vaktinde dilimizde dizeler...



Aynı duyguları paylaşalım istedik:
 
Islak Çeltiklere
benim bir sevincim var yüzün artık akşam
bir çocuğun gülüşünü görüyorsun nereye baksam


kıyımız uzak ve kuytuda ellerimiz sanki yok
ellerimiz yok ama senin ellerini bir tutsam


bazı çocuklar doğar bilirim bazı çocuklar doğmaz
doğmayan çocuklar için bilmem ne yapsam


ey çavlan bitmeyen temmuz güneşi. ey aslan
silkin. sakla harmanını. çocuğunu sakla


ey aslan. suya kaptır kendini ellerin sanki yok
bir güzel günde mızıkalarla bir alanda dursam


sen yoksun gazeteler yok geçmişin razı değil
bilmem ki doğmayan çocukları ben mi doğsam


Turgut Uyar

26 Ocak 2013 Cumartesi

Happy Birthday To You:)




Büyük Umutlar'ın değerli üyesi...Ayşe Nur Mulla.. 

Doğum günün kutlu olsun.... 

Sağlıklı, mutlu, başarı dolu, uzun bir ömür diliyoruz sana...



25 Ocak 2013 Cuma

25 Şubat 1962 Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ölüm yıldönümü.. Tanpınar'ı sizlere kısaca tanıtalım istedik.



Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)


Veterinerlik fakültesini bırakıp edebiyat okumaya karar verdi.
En büyük isteği "iyi bir şair" olarak anılmaktı... Fakat öykü, roman, deneme ve incelemeleri şiirlerinden daha çok beğenildi.
Yaşadığı altmış bir yıl içinde; bir imparatorluğun çöküşünü, cumhuriyetin ilanını ve 27 Mayıs ihtilalini gördü.
Hem Doğudan hem de Batıdan etkilendi. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü oldu.
Ona göre sanat, asla bir politik görüşün esiri olamaz ya da toplumsal mesajlar vermeye zorlanamazdı.
Dünyayı usta bir ressamın elinden çıkmış bir tablo olarak gördü. Bir ressam boyalarını nasıl kullanıyorsa, o da dili ve kelimeleri aynı incelikle yazılarına yerleştirdi.
Onun için yaşam bir masal gibiydi... "Ben masalı olan adamım" der ve kendini sıradan olan her     şeyden uzak tutardı.
 
Bazı Eserleri: Huzur, Beş Şehir, Mahur Beste, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi.

                                                       Ne demiş Ahmet Hamdi...

  • Biz düşüncelerimizi çoğu zaman omuzlarımızda taşırız.
  • İnsan ruhunun en az sabır gösterdiği şey mutluluktur.
  • Düzen aklın zevkini okşar ama düzensizlik hayal gücünün mutluluğudur...


Bir Adın Kalmalı...


bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet

sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam

dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

Ahmet Hamdi Tanpınar

Virginia Woolf

    Bu gün Virginia Woolf'un doğum günü.Yıl benim için bugün başlıyor. Kendimle özdeşleştirdiğim ya da özdeşleştirmek istediğim yazarlardan biri. Her yönüyle ilgi çekici ve şaşırtıcı.1882 yılında Londra'da bugün dünyaya geliyor.'kendine ait bir kadın' diye bahsedilir onun için.O kimsedir,o kafasının içinde yaşayan bir kadındır. Kadınların kendilerine ait bir odaları olmadığı için yazın hayatında olamadığı düşünür ve kendine ait bir oda için Leonard Woolf ile evlenir. Hayatına da kardeşi Vanessa ve Leonard'tan başkası girmez. Hayatında sevdiği iki insan olarak hep onları söyler.Ölüme doğru gitmeden geride sadece iki mektup bırakır biri Leonard'a diğeri Vanessa'ya. Ölüme de hayatını adadığı yazı uğruna gider.Artık yazı yazamadığını düşünür.Kitaplarını bitirdiğin de diğer kitabına başlayana kadar histeri nöbetleri geçirecek kadar yazı yazmaya bağlı olan bir kadından beklenmesi en doğal hareketi yapar: yazı yazamamaktansa ölmeyi tercih eder ve kendini evinin yakınındaki Ouse Irmağı'na atar.Geri de bilinç akışı tekniğinin en güzel örnekleri olan birçok kitabı ve öyküsü kalır.O kadın kahramanlarına çiçeklerini kendisi aldırır ve zihinleriyle oynardı.Virginia'yı okuduğunuzda onu aklınızın içinde oyunlar oynarken göreceksiniz.

   

23 Ocak 2013 Çarşamba

Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2013 başvuruları başladı.

 
 
Geleceğin yazarlarını müjdeleyen yarışma!



Çocukları ve gençleri edebiyata yakınlaştıran çağdaş kitaplar

yayımlayan Günışığı Kitaplığı, ülke çapında tüm 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerini öykü yazmaya çağırıyor. Usta öykücü Zeynep Cemali’nin anısına

bu yıl üçüncüsü düzenlenen yarışmanın

son başvuru tarihi 15 Mayıs 2013.

 
İlkgençliğe adım atan çocukların, kendilerini yazarak ifade etmelerini ve edebiyatla yakınlaşmalarını hedefleyen, Türkiye genelinde 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerinin katılabildiği Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2013 için başvurular başladı. Günışığı Kitaplığı tarafından, usta öykücü Zeynep Cemali’nin anısına düzenlenen yarışmanın teması, her yıl yazarın sevilen bir kitabından seçiliyor. Bu yıl tema, Cemali’nin Gül Sokağı’nın Dikenleri adlı öykü kitabındaki “Onların arasında olmak için neler vermezdi,” cümlesinden yola çıkılarak “arkadaşlık” olarak belirlendi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın izniyle ülke genelinde duyurulan bu yılki yarışmanın son başvuru tarihi 15 Mayıs. Öyküleri değerlendirecek 2013 Seçici Kurulu Necati Güngör, Gülsüm Cengiz, Aslı Tohumcu, Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün ve Dr. Müren Beykan’dan oluşuyor.

Boş zamanlarınızda kitap okumayın diyoruz...



Büyük Umutlar Gençlik Grubu olarak boş zamanlarınızda kitap okumayın, diyoruz. Şaşırdınız değil mi? Kitap okumayın diyen birileri çıktı karşınıza. Şaka mı yapıyorsunuz, dediğinizi duyar gibi oluyoruz. Evet, doğru tahmin ettiniz. Şaka yapıyoruz.. Boş zaman fikrine eskiden beri karşıyızdır zaten. Ne demek "boş zaman".. Zaman nasıl boş olabilir. Yaşam bu kadar değerli ve hızla akıp giderken onu boş bırakmak olur mu hiç! Zamanı dolu dolu kullanmak gerek. Ve okumak.

Yukarıdaki fotoğrafı beğendiniz mi? Biz çok beğendik. Hadi hikayesini anlatalım bu fotoğrafın: 22 Ekim 1940 tarihinde bombalanıp, büyük zarar gören Londra'daki Holland House Kütüphanesi... Sizce bu insanların zamanı boş mu?